İmgesel ve Örtük

Büyük bir balyoz hayal edin, ancak bulutlardan yapılmış. Tam kafatasına indiği yerde, devasa güller bitiveriyor. Kafatasındaki çatlaklardan hızla kan akıyor. Her bir gülün tam merkezinden oluk oluk akan bir diğer şey, darbeyi alan kişinin var olma çabası. İşin ilginç yanı, sakince akıp giden şeyler, darbeyi alan kişiye yitirilmiş gibi hissettirmiyor; aksine bir şekilde elde edilmiş olmaya çok daha yakınmış gibi. Özgürlüğün kokusu kişinin burnunda kendine bir yer buluyor. Tam anlamıyla kazanan olmaksa, kafatası olmayan kimileri için artık çok daha uzakta.

Sonra güller açtıkça sapları balyozun tesir ettiği alanı kıvrak biçimde sarmalıyor. Darbeyi alan kişi, darbenin şiddetiyle bir anda şunu öğreniyor; aslen ruhunun içinde hapsolduğu beden, bir kağıt kadar inceymiş. Git gide birbirine sarılan dikenlerin tümü, tıpkı sap gibi, canlı yeşil ve derinin altına doğru ivmeyle nüfuz etmekte. Dallar, bedeni sardıkça beden geriliyor.

Nitekim beden, formunu koruyamıyor ve dayanamayıp yırtılıyor. Ve böylece ruh da payına düşeni alıyor bu romantik salgından. Açılan yaraların çeperleri, kararsızlık leşçilerinin sivri gagaları için adeta midelerimizi bulandıracak bir ziyafet sofrasına dönüşüveriyor. Dallara konan tüm gözü dönmüş leş severler, kemirmeye başlıyor kemirmek için geldikleri her yeri. Kopan her parça da benlik var ve her biri de karın doyurucu. Bu toz pembe vahşet, zamanda kendine bir pozisyon buldukça her şey, herkese daha da haz vermeye başlıyor.

Sonra uyku çalanlar, ilerideki vadinin ardından adeta bir sis gibi beliriyor. Ellerinde anlamsız kelimeler ile örülmüş çuvallar var. Çuvalları var güçleriyle rüzgara doğru silkiyorlar. Ağzı açık olan her bir çuvaldan ilahi arzuların savrulduğu uzaktan da olsa görülebiliyor. Rüzgar ile dans ederek süzülen her bir arzu, aniden çakan şimşeklerin kırbaçvari tokadı ile küle dönüşüveriyor. Tam bu esnada leş severler, şimşeklerin çaktığı yere doğru yavaşça kanat çırpmaya başlıyorlar; ta ki gözden kaybolana dek. Kanatlarının sesleri, kırmızı şimşekleri sofraya davet ediyor.

Balyozun indiği yer, artık kan havuzunda yüzen görkemli bir gül bahçesi demek doğru olur. Yanlış olan şey ise bu manzaranın birkaç saniye sonrasındaki esrarengiz değişimi. Güller, birikmiş bütün kanı aniden içlerine çekiveriyor ve bir anda kuruyorlar. Dökülen ve yere düşmeden kuruyan her bir yaprak, koca bir yılan edasıyla bir insana değil, onun silüetine sarmalanıp kendi yansımalarını boğuyor. Hiçbiri ya da hiçbir şey artık canlı ya da yeşil değil. Dalların hepsi yavaşça kuruyor. Çatlamaya başlıyorlar ve de yere düşmeye. Sarmaladıkları varlık sonunda açığa çıkıyor; ziyafetten artakalan bir insanın çırılçıplak gölgesi. Gölge yavaşça silikleşip hava boşluğunda, adeta dans ederek kaybolmaya başlarken elinde bir şey tuttuğu fark ediliyor. Gölgenin kayboluşu ile yerçekimine karşı koyamıyor ve yere düşüyor.

Obje, yere düşünce sadece şiddeti vasıtasıyla kendini hissettiriyor ve herkese tanıtıyor. Herkes, onun ne olduğunu idrak ettiğini belli edermişçesine başını eğiyor ve arsızca sırıtıyor. Böylesi bir şiddet, nitekim bulutlar kadar hafif olan balyoza özeldir. Balyoz yere indiği an yeryüzünün kabuğu çatlıyor, çatırdıyor. Gezegen sarsılıyor, kıvrılıyor, yırtılıyor, haykırıyor, soyuluyor, ufalanıyor, dağılıyor.

Her şeyin sonunda, bir avuca sığmayacak kadar küçük ancak gözleri kamaştıracak kadar da parlak bir taş kalıyor. Görüyoruz ki bu taş, bir zamanlar kan gölüne akseden bir yıldızın görkemli parıltısı. Bir gece göğe doğru bakarsanız, belki o yıldızı görebilirsiniz. Kim bilir, belki de hepimiz, tam o esnada ona bakıyor oluruz.