Kaostan Ahenge
İnsanlığın derin bir bunalımda olduğu sır değildir. Bir çoğumuz zaten bunu hissediyoruz. Anlamsızlık, öfke ve boşluk hisleri yaşamlarımızı yutmuş durumda. Ailevi ve ekonomik krizler, sorunlu eğitim sistemleri, uyuşturucu kullanımı, kişisel güvensizlikler, nükleer savaş ve ekolojik tehdit korkusu... Bunların tümü, mutluluğumuz üzerinde kara bulutlar oluşturuyor. Yaşantılarımızın kontrolünü kaybediyor ve problemler geldikçe de onlarla baş edemiyoruz gibi görünüyor.
Hastalığa doğru teşhis koymanın tedavinin yüzde ellisi olduğu malum bir bilgi. Dolayısıyla, sorunlarımızı çözmek için önce onların sebeplerini kavramamız gerekir. Buna başlamanın en güvenli metodu, insanın ve dünyanın doğasını anlamaya çalışmaktır.
Eğer kendi doğamızı ve bizi etkileyen/çevreleyen yasaları anlarsak, nerede hataya düştüğümüzü ve içinde bulunduğumuz zor durumları nasıl sonlandıracağımızı öğrenebiliriz.
Bizi saran doğayı gözlemlediğimizde, doğanın cansız, bitkisel ve hayvansal seviyelerinin tamamının genetik içgüdülerin programlanmasıyla işlediğini keşfediyoruz. Bu seviyelerde eylemler iyi ya da kötü olarak addedilmez; sadece içlerine aşılanmış kuralları doğayla ve birbirleriyle entegre biçimde izlerler.
Ancak, insanın doğasına bakarsak, aslında doğanın geri kalanından farklı olduğunu görürüz. Başkalarını istismar etmekten zevk alan ve bir başkası üzerinde egemenlik kurmaya çalışan tek yaratık insandır. Sadece insan eşsiz, diğerlerinden farklı ve üstün olmaktan haz duyar. Dolayısıyla, İnsanın egoizmi doğanın dengesini bozar.
İnsan arzularının büyümesine takriben, içimizdeki haz alma arzusu da zaman içinde gelişti. Bunun ilk göstergesi basit arzulardı; beslenmek, üremek ve aile tecrübesi edinmek gibi. Daha ileri arzuların ortaya çıkışı (maddi varlık, ün, hakimiyet, bilgi vs.) insan toplumunun ve sosyal yapıların (eğitim, kültür, bilim, teknoloji vs.) gelişimine sebep oldu. İnsanlık, ilerleme ve ekonomik büyümenin bizleri doyuracağı ve mutlu edeceğine inanarak, gururla ileriye yürüdü. Ne yazık ki, bugün bu uzatılmış “evrimleşme” mutlak bir durağanlığa ulaşmıştır.
Bunun sebebi, alma arzumuzun uzun süre doyurulmuş kalamayacağındandır.
Hepimiz, hayatlarımızda en azından bir kere, herhangi bir şeyi, bazen seneler boyunca istemişizdir. Fakat istediğimizi alır almaz, kısa zamanda hazzı kaybolmuştur. Boşluk hissi geri gelmiş ve kendimizi bizi tatmin edeceğini umduğumuz yeni amaçlar peşinde koşarken bulmuşuzdur. Bu kör döngü, hem kişisel seviyede hem de tüm insanlık seviyesinde açığa çıkan bir gerçekliktir.
Şimdi, binlerce yıllık tecrübe birikimimize istinaden, nasıl sürekli mutluluğa ya da içsel bir güvenceye ulaşabileceğimizi aslında bilmediğimizi kavrıyor ve kolektif bir şok geçiriyoruz demek doğru olur. Bizi adeta yiyen bunalımın temelinde bu fenomen yatıyor.
Dahası, başkalarını harcamak uğruna ben-merkezci hazlar aramak için bize doğal gelen, egoizm odaklı tercihlerimizin formları, zamanla daha da yoğunlaşmış bir durumda. Bugün, insanlar kendi başarılarını başkalarının enkazları üzerine inşa etmeye çalışıyorlar. Gerçek şu ki tahammülsüzlük, kötülük ve nefret yeni boyutlara ulaşarak insan türünün varlığını tehlikeye atmaktadır.
Doğayı gözlemlediğimizde, tüm yaratılanların ihsan etme prensibini izlemek ya da başkalarıyla ilgilenmeleri için inşa edildiğini görürüz. Bu, insanları kamçılayan yıkım odaklı motivasyona bütünüyle zıt bir prensiptir.
Organizmadaki hücreler, tüm bedenin devamlılığını koruyabilmek adına karşılıklı verme ile birleşirler. Bedenin içindeki her hücre yaşamsal ihtiyaçlarını alır ve geriye kalan enerjisini bedenin devamına bakmak için harcar. Doğanın her seviyesinde birey, parçası olduğu bütünden faydalanmaya çalışır ve bunun içinde bütünlüğü bulur. Özgecil eylemler olmadan beden var olamaz. Aslında, yaşamın kendisi devamlılığını sürdüremez.
Bugün, bir çok farklı alanı araştırdıktan sonra bilim, insanlığın da gerçekte tek bir bütün beden olduğu sonucuna varıyor. Problem, biz insanların hala bunun farkında olmayışıdır. Gözlerimizi açıp mevcut yaşamlarımızı gölgeleyen sorunların tesadüfi olmadığını anlamalıyız. Bunları, geçmişten bildiğimiz hiçbir yöntemle çözemeyiz. Ortak problemlerimiz biz yön değiştirip doğanın kapsamlı yasası –özgecilik yasası– ile uyum içinde çalışmaya başlayana dek bitmeyecek ve daha da kötüleşeceklerdir.
Hayatımızdaki her negatif olgu, en özelden en genele kadar, doğanın yasalarına uymamaktan kaynaklanır. Yüksek bir yerden atlayıp zarar görürsek, biliyoruz ki yer çekimi kanununa karşı hareket ettik. Öyleyse şöyle bir durup doğanın yasasını nerede izlemediğimizi görmek için kendimizi incelemeliyiz. Doğru yaşam tarzını bulmalıyız. Hepsi farkındalığımıza bağlıdır: doğanın sistemini ne kadar iyi anlarsak, o kadar az acı çeker ve o kadar da çabuk evrimleşiriz.
Özgecilik, var olmanın yasasıdır. Ve insan seviyesinde bu tür bir ilişkiyi bizler, kendimiz inşa etmeliyiz. Doğa, kendimizi yeni ve daha yükseltilmiş bir varoluş seviyesine çıkarmayı bizlere bırakmıştır. İnsan ve tüm diğer yaratılanlar arasındaki temel fark budur.