Mucize & Gizem

Yoldaydım. Gün ışığının okşadığı çimen öbeklerinde beliren yeşil, gittiğim yol boyunca devam ediyordu. Farklı bir renkti bu, sanki çimler teker teker altına batırılmıştı. Göz bebeklerimde dans eden görsel bir şölen gibiydi bu manzara, anbean içimi ısıtan. Pencereye sakince başımı yasladım ve kollarımı göğsümde kenetledim. Her şey ağırlığını yitirmişti ve sanki havada süzülüyordu şimdi.

Düşüncelerimi inceliyordum. İçlerinden net olarak saptayabildiklerimi seçiyor ve parçalarına ayırıyordum. Ardından hepsini toplayıp, bir araya getiriyor ve bir bütün olarak geleceğe yönlendirmeye çalışıyordum. Her birini, teker teker arındırmak gibiydi bu yapmaya çalıştığım.

Orada, gelecekte beni bekleyen, tüm bu düşüncelerin şekil verdiği yeni beni kısıtlamak ya da tıraşlamaktı bunu yaparken korumaya çalıştığım şey. Yani niyetim temizdi ya da bu kendime söylediğim bir yalandı. Kendi kendime, kendimi sevimli göstermeye çalışıyordum belki de.

Bu tıpkı, vahşi bir hayvanı, başkalarına zarar vermemesi adına bir kafese tıkmak ya da bir süre yatırım yaparak onu ehlileştirmek gibiydi. O mu beni gelecekte bir yerlerde bekliyordu yoksa ben mi onu parça parça oluşturuyordum, gerçekten muammaydı.

Aklıma, özellikle en uygunsuz anlarda, olur olmaz düşünceler gelir ve çepeçevre kuşatırlardı beni. Benim istenmeyen çocuklarımdı bunlar, hayırsız evlatlarım. O nedenle bir hazırlık yapıp, ayıklamalıydım her birini. İlahi bir cımbızla çekmeliydim hepsini. İçimde tutmak istemiyordum onları, bana utanç veriyorlardı çünkü. Sanki onlar benimle oldukça zehirleniyor ve kirleniyordum.

Özellikle dizginlerimi biraz gevşettiğimi sandığımda beni ele geçiriyordu bu arsız düşünceler ve hemen ardından da özensiz eylemlere dönüşüyorlardı. O anlarda hep hata yapıyordum ya da hata yapmak daha da kolaylaşıyordu. Beni istemsizce hareket ettiriyorlardı sanki, tıpkı iplerin ucundaki bir kukla gibi. Sonra da hislerime ve çevremdeki insanlara bulaşıyorlardı. Bir çığ gibi büyüyüp, üzerime çullanıyorlardı. Yalnız kaldığımda bana hükmediyor, geceleri uykumdan besleniyorlardı. Bu nedenle reddediyordum en çok da onları; benim mızmız ve sitemkâr çocuklarımı.

Başımı cama yaslamış, benden başka herkesin yararını gözetebilmenin yollarını kendi içimde bulmak için bir muhasebe yapıyordum, eninde sonunda başarısız olacağımı bile bile. Kendimi buna zorlasam da, kendi iyiliğimi bir başkasının iyiliğinin üzerinde savunurken buluyordum hep kendimi. Çünkü insan, kendi menfaatini kollama mekanizmasına karşı gelemez. Her birimizin içine yerleşmiştir bu köklü lanet. Ancak güçlenmek ve yerimi bulmak zorundaydım. Araştırmalı ve keşfetmeliydim içimde olduğunu bilmediğim şeyleri. Ve bir amaç uğruna adamalıydım sahip olduğuma inandığım her şeyi; yüce bir amaç uğruna. Değişmeye ihtiyacım vardı ve yardıma.

Hayat böyleydi çünkü, hedefe odaklı hareket ederdi tüm elementleri. İlgiyle, itinayla ve yavaş yavaş büyütülürdü hepsi. Biliyordum, her başlangıcın, hedeflenmiş bir sonu vardı. İnsan da hayatın bu gizemli yollarına uyumlanmak zorundaydı. Hayat ile barışmak zorundaydım. Hepimizin bir mucizeye ihtiyacı vardı ve bu mucizeyi hak etmeye.

Esasen hayat bizi büyütürdü, acı ve gerçek ile tatlandırırdı genellikle 'ben' sandığımız şeyi. Istıraptı baharatı insan etinin. Her şeyin gelişim süreci her daim uzundu ve sancılı. Bir meyve ağacı bile kaç senede serpilip, bizleri doyurmaya yeltenir ki?

Gerçek şu ki bazen kişi, onu çevreleyen her şeye güven duyabilmeli. Mantığın ötesinde bir inanç bağlamalı bazen bize hükmeden kuvvetlere; belki de biraz kaderciliğe soyunmalı. Ancak kendi içinde tutarlı olmalı her daim her şey. Her bir detay, gözlerin önünde çırılçıplak soyunmalı ve "işte, buradayım" dediklerini de kişi duyabilmeli.