Egzersiz
Bugün şunu düşündüm: bir anıyı ya da anılara gömülü bir yeri/şeyi/kişiyi hatırlamaya çalıştıkça yavaş yavaş oluşmaya başlayan görsellerin tümü, sanki üst üste biniyor. Bir anda iki yerde gibiyim: fiziksel olarak bulunduğum yer var ve ben oradayım, bir de tam o esnada geçmişten çağırdığım bir anı var ve ben aynı zamanda oradayım da.
Örneğin tam şu an bir parktayım diyelim. Bu parkta bir bank var ve ben bu bankta oturuyorum. Bu bankta otururken, beş ya da on sene evvel, çok sevdiğim bir yemeği yediğim bir an aklıma geliyor. Ve ben bu bankta otururken, sanki o yemeği tekrar yemeye başlıyorum ancak önümde o yemek yok; ben sadece bu bankta oturuyor, ağaçlara falan bakıyor ve bir yandan da yeniden o yemeği yiyorum. Ancak dediğim gibi, o esnada aslında sadece bu bankta oturuyorum.
Gözlerime ilişen ile zihnimin çizdiği, iki farklı imge, iki farklı manzara, fakat ikisi de sanki iç içe. Demek ki birden fazla konsept, aynı anda çalışıyor, çalışabiliyor.
Gerçeklik, beni bulunduğum yere mıhlıyor, geçmiş ise sanki tam olarak mıhlandığım yerde diriliyor, yeşeriyor, canlanıyor ve hareket etmeye başlıyor. Böylelikle geçmişim, sanki içinde bulunduğum gerçekliğe direkt bir etkide bulunuyor; ikisi birbirine karışıyor ve içinde yüzdüğüm su bir anda bulanıyor.
Şimdi de bu düşünce pratiğini derinleştiriyorum: yaşadığım bir anıya ait olan detaylara ise sanki yabancıyım. Her biri, üzerinden zaman geçtikçe daha da bulanıklaşıyor. Kişi, özel bir anıyı sürekli olarak geri çağırmazsa, bir süre sonra parça parça unutmaya başlıyor. Çünkü unuttukça detaylar homojen bir form kazanıyor. "İşte tam burada hafızaya güven olmaz, çünkü istediği boşluğu, istediği gibi doldurabilir" diyorum kendi kendime. Biliyorum, aslında her şey arzularda gizli. Çünkü insan en çok arzuladığı şeyler üzerine düşünüyor, en çok onlar için kafa patlatıyor ve üzerinde düşündüğü şeyi de kolay kolay unutmuyor ya da diri tutmaya çalışıyor.
Daha önce yaşadığım bir ana dair üstünkörü bir taslak çizmeye kalkışıyorum. Örneğin bir odadayım ve bu odada bir yatak var. Yatak neredeydi anımsıyorum, ancak nevresim takımı ne renkti? Bu veri sanki hafızamda yok, sanki o spesifik nevresim takımı artık bir sisten ibaret. Halbuki oradaydım, o nevresim takımının içinde uyumuştum ve de uyanmış. Nasıl olur da anımsayamam?
İnsan, bir zamanlar bulunduğu yerdeki her şeyi ya da yaşadığı bir tecrübeye dair detayları niye ya da nasıl hatırlayamaz, neden geri çağıramaz ki? Sonuçta oradaydık, her bir saniyeyi yaşadık. Gerçi yaşarken de her şeyi olduğu haliyle löp diye yutmaya çalışmıyoruz ki. Sadece yaşıyoruz, sonuçları ya da olasılıkları hiçbir zaman hesaba katmadan. İnsan, beş duyusuna yerleşen her bir veriyi, bilinçli bir şekilde nasıl muhafaza edebilir ki? Ya da etmeli mi?
Ancak sonra şöyle düşünüyorum: beden nitekim proteinden bir makine. Tüm verileri, inanılmaz bir hızda işliyor ve ona göre de kendine bir yol çiziyor, çizebiliyor. Ve bunların tümünü, saliseler içinde yapabiliyor. Sanki dış dünyaya ait olan her şey, beden için bir etki ve her birine göre, her bir olasılığa göre üretebileceği bir tepki her zaman için hali hazırda mevcut. Ve bu sistem sanki otomatik. Öyleyse aslında her bir detayı anımsamak da mümkün olmalı. Ama nasıl?
Beden için basit bir test: tam şu an bunları düşünürken etrafıma bakıyorum. Ardından bir nokta seçiyor ve gözlerimi bu belirli noktaya sabitliyorum. Sabitlerken, odak noktamın dışında kalan detayları da zihnimin şekillendirebildiğini ve konumlandırabildiğini saptıyorum. Yani işin özünde içimizde sürekli olarak, hiç durmadan çalışan, beş duyumuz aracılığıyla beslenen bir sistem ve bir işlem var. Demeye çalıştığım şey şu: bu makine böylesine mükemmel de çalışabiliyor. Sanki hiç efor sarf etmeden... Bu işte bir iş var, ben size diyeyim...
Sonra yaşadığım anıları değerlendiriyorum ve şöyle bir düşünce doğuyor bir anda: onları geri çağırdığımda gözüme ilişen imaj, birinci tekil şahıs mı yoksa dışarıdan gözlemleyerek mi canlandırıyorum? Kendi kendime diyorum ki eğer ben yaşıyormuşum gibiyse bu anı gerçek, ama gözlerimin önünde dışarıdan gözlemlediğim bir an varsa, hafızam ona el atmış ya da onu uydurmuştur. Bilemiyorum, belki de beni avutmaya çalışıyordur. Zihne de güven olmaz, buna inancım tam.
Nitekim şöyle sonlandırıyorum bu düşünce salatasını: Öncelikle şunu anlamalı; insan, aynı anda birden fazla yerde olabilir. Ayrıca yaşadığımız anın içerisindeyken, etrafımızda örüntülenen detaylara hiçbir zaman tam anlamıyla önem vermiyoruz. Hatta gerçek şu ki o esnada yaşadığımız deneyimin içimizde uyandırdığı his bize can veriyor ya da o anıyı hafıza arşivimize ekliyor. Benim, bir insan olarak tek önem verdiğim şey bu ve ben, bir insan olarak bunun farkında da değilim. Bu nedenle aslında hislere odaklanmalı, onlar üzerinde çalışmalı. Çünkü bir anıyı geri çağırdığımda, detaylar gözümün önünde mutlak formuna kavuşmasa da, o ana ait olan hissiyat, içimde bir anda beliriveriyor. Hatta tam o esnada kendimi o anıya ne kadar yakınlaştırırsam, o anıya ait olan his de bir o kadar kuvvetlenmeye başlıyor. Yani her bir an, aslında bir his ve ben hislerimden ibaretim.
Özetle demem şu ki insan kendine konan adı canlandırıyor, tıpkı bir kukla ya da tiyatro oyuncusu gibi. "Benim" diyor, "bu da benim adım". "Ben buyum, şunları severim, şunları sevmem". "Beni ben yapan şeyler, şunlardır". Kendinden bu kadar emin! Ancak biraz derinlikle ya da incelikle değerlendirmeye kalkıştığımızda, içselliğine dair bile hiçbir şey bilmiyor olduğunu saptıyoruz. Kaldı ki en çok benimseyebileceği ya da özgür hissedebileceği alan da tam olarak orası. En çok eşelemesi gereken, kendini tanıyabileceği ve ne mal olduğunu öğrenebileceği tek yer; kişinin içi.
Örneğin tam şu an bir parktayım diyelim. Bu parkta bir bank var ve ben bu bankta oturuyorum. Bu bankta otururken, beş ya da on sene evvel, çok sevdiğim bir yemeği yediğim bir an aklıma geliyor. Ve ben bu bankta otururken, sanki o yemeği tekrar yemeye başlıyorum ancak önümde o yemek yok; ben sadece bu bankta oturuyor, ağaçlara falan bakıyor ve bir yandan da yeniden o yemeği yiyorum. Ancak dediğim gibi, o esnada aslında sadece bu bankta oturuyorum.
Gözlerime ilişen ile zihnimin çizdiği, iki farklı imge, iki farklı manzara, fakat ikisi de sanki iç içe. Demek ki birden fazla konsept, aynı anda çalışıyor, çalışabiliyor.
Gerçeklik, beni bulunduğum yere mıhlıyor, geçmiş ise sanki tam olarak mıhlandığım yerde diriliyor, yeşeriyor, canlanıyor ve hareket etmeye başlıyor. Böylelikle geçmişim, sanki içinde bulunduğum gerçekliğe direkt bir etkide bulunuyor; ikisi birbirine karışıyor ve içinde yüzdüğüm su bir anda bulanıyor.
Şimdi de bu düşünce pratiğini derinleştiriyorum: yaşadığım bir anıya ait olan detaylara ise sanki yabancıyım. Her biri, üzerinden zaman geçtikçe daha da bulanıklaşıyor. Kişi, özel bir anıyı sürekli olarak geri çağırmazsa, bir süre sonra parça parça unutmaya başlıyor. Çünkü unuttukça detaylar homojen bir form kazanıyor. "İşte tam burada hafızaya güven olmaz, çünkü istediği boşluğu, istediği gibi doldurabilir" diyorum kendi kendime. Biliyorum, aslında her şey arzularda gizli. Çünkü insan en çok arzuladığı şeyler üzerine düşünüyor, en çok onlar için kafa patlatıyor ve üzerinde düşündüğü şeyi de kolay kolay unutmuyor ya da diri tutmaya çalışıyor.
Daha önce yaşadığım bir ana dair üstünkörü bir taslak çizmeye kalkışıyorum. Örneğin bir odadayım ve bu odada bir yatak var. Yatak neredeydi anımsıyorum, ancak nevresim takımı ne renkti? Bu veri sanki hafızamda yok, sanki o spesifik nevresim takımı artık bir sisten ibaret. Halbuki oradaydım, o nevresim takımının içinde uyumuştum ve de uyanmış. Nasıl olur da anımsayamam?
İnsan, bir zamanlar bulunduğu yerdeki her şeyi ya da yaşadığı bir tecrübeye dair detayları niye ya da nasıl hatırlayamaz, neden geri çağıramaz ki? Sonuçta oradaydık, her bir saniyeyi yaşadık. Gerçi yaşarken de her şeyi olduğu haliyle löp diye yutmaya çalışmıyoruz ki. Sadece yaşıyoruz, sonuçları ya da olasılıkları hiçbir zaman hesaba katmadan. İnsan, beş duyusuna yerleşen her bir veriyi, bilinçli bir şekilde nasıl muhafaza edebilir ki? Ya da etmeli mi?
Ancak sonra şöyle düşünüyorum: beden nitekim proteinden bir makine. Tüm verileri, inanılmaz bir hızda işliyor ve ona göre de kendine bir yol çiziyor, çizebiliyor. Ve bunların tümünü, saliseler içinde yapabiliyor. Sanki dış dünyaya ait olan her şey, beden için bir etki ve her birine göre, her bir olasılığa göre üretebileceği bir tepki her zaman için hali hazırda mevcut. Ve bu sistem sanki otomatik. Öyleyse aslında her bir detayı anımsamak da mümkün olmalı. Ama nasıl?
Beden için basit bir test: tam şu an bunları düşünürken etrafıma bakıyorum. Ardından bir nokta seçiyor ve gözlerimi bu belirli noktaya sabitliyorum. Sabitlerken, odak noktamın dışında kalan detayları da zihnimin şekillendirebildiğini ve konumlandırabildiğini saptıyorum. Yani işin özünde içimizde sürekli olarak, hiç durmadan çalışan, beş duyumuz aracılığıyla beslenen bir sistem ve bir işlem var. Demeye çalıştığım şey şu: bu makine böylesine mükemmel de çalışabiliyor. Sanki hiç efor sarf etmeden... Bu işte bir iş var, ben size diyeyim...
Sonra yaşadığım anıları değerlendiriyorum ve şöyle bir düşünce doğuyor bir anda: onları geri çağırdığımda gözüme ilişen imaj, birinci tekil şahıs mı yoksa dışarıdan gözlemleyerek mi canlandırıyorum? Kendi kendime diyorum ki eğer ben yaşıyormuşum gibiyse bu anı gerçek, ama gözlerimin önünde dışarıdan gözlemlediğim bir an varsa, hafızam ona el atmış ya da onu uydurmuştur. Bilemiyorum, belki de beni avutmaya çalışıyordur. Zihne de güven olmaz, buna inancım tam.
Nitekim şöyle sonlandırıyorum bu düşünce salatasını: Öncelikle şunu anlamalı; insan, aynı anda birden fazla yerde olabilir. Ayrıca yaşadığımız anın içerisindeyken, etrafımızda örüntülenen detaylara hiçbir zaman tam anlamıyla önem vermiyoruz. Hatta gerçek şu ki o esnada yaşadığımız deneyimin içimizde uyandırdığı his bize can veriyor ya da o anıyı hafıza arşivimize ekliyor. Benim, bir insan olarak tek önem verdiğim şey bu ve ben, bir insan olarak bunun farkında da değilim. Bu nedenle aslında hislere odaklanmalı, onlar üzerinde çalışmalı. Çünkü bir anıyı geri çağırdığımda, detaylar gözümün önünde mutlak formuna kavuşmasa da, o ana ait olan hissiyat, içimde bir anda beliriveriyor. Hatta tam o esnada kendimi o anıya ne kadar yakınlaştırırsam, o anıya ait olan his de bir o kadar kuvvetlenmeye başlıyor. Yani her bir an, aslında bir his ve ben hislerimden ibaretim.
Özetle demem şu ki insan kendine konan adı canlandırıyor, tıpkı bir kukla ya da tiyatro oyuncusu gibi. "Benim" diyor, "bu da benim adım". "Ben buyum, şunları severim, şunları sevmem". "Beni ben yapan şeyler, şunlardır". Kendinden bu kadar emin! Ancak biraz derinlikle ya da incelikle değerlendirmeye kalkıştığımızda, içselliğine dair bile hiçbir şey bilmiyor olduğunu saptıyoruz. Kaldı ki en çok benimseyebileceği ya da özgür hissedebileceği alan da tam olarak orası. En çok eşelemesi gereken, kendini tanıyabileceği ve ne mal olduğunu öğrenebileceği tek yer; kişinin içi.