Sonne
Etrafını sardığına inandığı gerçeklikten sıyrılmış bir halde ayakta durmuş, bekliyordu. Belki öylesine, amaçsızca; belki de değil. Kendini sabitlediği yerde, en sağlıklı kararı verebilecek muhakeme yeteneğini, zihnimin derinliklerinde aramaya çalışıyor, bu boşlukta boğulmamak için bir çözüm arıyordu.
Duruşu, daha doğrusu çöküşü, işin aslı bütünüyle bir amaca dayalıydı. Kendine biçtiği bu amacın olası sonucu ya da sonuçları ise gözlerinin önündeydi. Ve hepsi de kurguladığı görkemli senaryodan olabildiğince uzakta konumlanmıştı. İsteklerinin gerçek karşısında bir önemi olmadığını hatırladı.
Kulak kesiliyor, dinliyor ve duydukları üzerinde düşünmek için çabalıyordu. Bildiği şeyler, suratına şiddetle çarpıyor gibiyse de esas tokadı kendine çoktan atmış gibi hissediyordu.
Artık gerçekten de bir şeyler yapabildiğinden ya da doğru düşünebildiğinden tam anlamıyla emin değildi, başkalarına eminmiş gibi sunuyor olsa bile. Mantığına yerleşmeyen her şey, an içerisinde yaşıyor olduğu şeylerle sanki birebir eşleşiyormuş gibi hissediyordu.
Yaşamaya maruz kaldığı şeyler ise, bir takım kavramlar ve onları tanımlama becerisi aracılığıyla, bilinen kalıplar içerisine sığacak kadar basit değildi. "Kişinin kendinden vermesinin bir sonu olmalı" diye düşündü. Harcamalar, bakiyeden yapılırdı. Perdenin çekilirken yaptığı salınım, hava ve onun hareketleriyle senkronize olmalı.