Üç Kez Düşün, Bir Kez Söyle
Güne başlarken, sebepsiz yere "bugün, boktan bir gün" demiştim. Sonrasında ise her şey oluk oluk aktı. Zaman her şeyi dev bir dalgaya dönüştürdü ve ben yüzmeyi unutmuştum.
Sıklıkla patlak veren ortak krizlerimizin tümünde sümük gibi, suçlu gibi, gerçek bir enkaz gibi ya da yakışıksız, asla yeltenmeyen, dengesiz, bazen yalancı ve aldatmaya olduğunca meyilli; yerinde samimiyetsiz ve daimi yıkıcı gibi hissetmekten ya da hissettirilmeye maruz kalmaktan yılmıştım ve artçı şiddetlerle de yıkılıyordum.
Bir zamanlar, yani yalnızken, bana biçilen rollerin pek çoğunu böylesine değerlendirmez ya da umursamazdım; bu plastik yaftaları, bana yapışması için fırlatan kişilerin gözümde ancak insan olabildikleri kadar kıymeti olmasından dolayı. Yine bir zamanlar ve yine yalnızken, sanırsam kendi kendime, kendim olabilmek bu kadar da güç değildi. Mesela kendim olmaya çalışmak yoktu, kendim olmaya çalıştıkça kendim olduğunu sandığımdan kopmak ya da özgecil bir başkalaşıma dahil olmak, belki de hiç gün yüzünde değildi. Bunların tümü varsa da kendim için, kendi içimde bir süre yankılanır ve nitekim çözüme kavuşur ya da ben tarafından askıya alınırdı. Şimdiyse onun tarafından yargısız infaz ile cezalandırıldığımı her sezinleyişimde, boynuma geçirilen ilmeği kendi ellerimle biraz daha sıkılaştırıyorum. Fakat yadırgadığım bu değişim belki de kaçınılmaz olandır. Çok uğraştım ve sonunda bana doğru ilerledi. Artık yalnız değilim. Huzurluyum. Hem "ben", hem de "biz" sayılırım.
Bahsetmeye yeltendiğim bu kriz anlarında, içimde dolaşan her şeyi anlatmaya ya da duygularımın düğümünü çözmeye her odaklanışımda parçalanıyor ve herkes ya da her şey adına kesinlikle tahammülsüzleşiyorum. Duygularım benim bataklığım. Hep onlara bulandım ve hep onlarla battım ya da çıktım. Şu an ise bataklığımdayım. Debelenmemek, en doğru hamle. Ancak yer yer gerçekten taşıyor ve boşluğun niteliksizliğine sızıp, lime lime akıyorum. Bazen, durmam gerektiğinde durabiliyor ve susmak çok zorken kendimi susmak zorunda bırakabiliyorum. Sözcükleri yutuyorum, vakti gelince kusabilmek için. Nitekim dizginlerim hala elimde sayılır. Sessizlik ruhum için bazen bir ihtiyaç, her ne kadar bunu dile getiremesemde. Ancak bütüne varınca, sözcüklerle aramdaki güzel ilişkiyi yitirmeye başladığımı sezinliyorum.
Bahsi geçen bu kriz anlarında genellikle suçu benliğimde arıyor, yeri gelince kendimde buluyor ve bunun karşılığında kendime ve ruhumun karanlık tarafına karşı esaslı bir savaş açıyorum. Değişmek uğruna ruhumun çatlayışını hissetmeyi göze alıyorum. Kutsal çatırdamanın sesini duymak, kulaklarımın sorumluluğu olmalı. Ancak bahsi geçen bu kriz anlarını paylaştığım kişi, demirden ve empatiden uzak bir gerçeklik algısı ile yaşıyorsa, bahsettiğim gibi davranmaya çabaladığımı görmekten de yoksun olmalıdır. Hal böyle ise, ben de görülemediğim ya da kendimi gösteremediğim için yine suçu aslında benden başka kimsede değil, bütünüyle kendimde buluyor olmalıyım. Görünmez adamı oynuyor olmalıyım. Hatalı olduğumu kabullendiğimi kimseye gösterememekse esasen bütün sınırlarımı zorluyor; belki de esnetip, genişletiyordur.
İçimdeki değişken beni göstermeye usul usul yeltenince, yine haklı olduğunu sanan ya da kendini asla haksız görmeyen kişinin oklarına tek atışlık hedefim. Çünkü gerçek varsaydığımı göstermeye çalıştığım gözlere sahip olanlar, belki de kendini haksız bulmak istemeyenlerdir. Çünkü "ben" ile başlayan her cümle aslında "sen" olarak görülmekten ve bu biçimde değerlendirilmekten çok uzakta. Bu olguların tümü sonucunda en nihayetinde kendimi çelimsiz, zayıf ve değersiz görmeye meyilli bir hal almaya başlıyorum. Ancak bunu bir kaybediş biçimi olarak nitelendirmiyor aksine kabuğumu, kabuğuma baskı sağlayan kuvvetle eşdeğer kılıyorum. Kendimi yitirmeye hazırım. Rakibimi seviyorum.
Sonrasında, ara sıra da olsa, bahsettiğim kendi kendini eleştirme hali, yerini paniğe bırakıyor ve zihnimin işleyişinde korkunç bir pürüz olma ihtimalinden ürküyorum. En ufak duygu taşkınlığımda dizlerimin üstüne çöküveriyor oluşum, bu durumun eseridir. Beni bir keresinde gerçek anlamda dizlerimin üstüne çökerten, sürekli çöküşümü görmeyi de görmezden geliyor olmalı. Alışmak, yadsımaktan daha acı. Artık yanlış olan olmaktan, olma ihtimalimden ya da olmasam bile olmayı kabullenmeye yeltenmekten de sıkılmış olmalıyım. Sadece yalnız kaldığında haksızlığının farkına varan ancak bunu asla gözler önüne sermeyen kişi; bütün doğruların efendisi olduğunu dışına doğru haykırır. Onun bildiğini okumazsam, onun karşısında sayılırım. O, tüm duyguların ya da davranışların diktatörü ilan edilmeli. Esas doğasıyla tanışık olduğumu içten içe biliyor oluşu, onu panik haline sürükleyen mekanizma olmalı. Sonuçta, umulmadık olanla karşı karşıya kalan, ne yaptığını bilmekten de uzakta durandır. Kimin ne için ve ne denli bir çabayla savaştığını gerçekten bilmek imkansız, fakat herkes gibi yaşamak, böylece de yaşamın gaddarlığına karşı açılan savaşta ittifak olabilmek mümkün.
Ellerimiz birbirlerini arıyor. Birine karşı besleyip büyüttüğüm duyguların güzel ağırlığı, sanki bir rahibin her gece bıkmadan haykıracağı duaya, gerçeklik ve romantizm katan titrek mum ışığının hafifliği gibi. Ağır değil, can acıtmıyor. Ben kaybedemem ve kaybetmemeliyim. Bir gün, sadece bir gün, bizi siyah ve beyaza ya da gündüz ve geceye evriltecektir; belki de günün ta kendisine. Bütünü zıtlarda ve aslen eşlerde, birlikte doğurabilmemiz mümkün. Renkler, başka renklerden doğar.
Kendi adıma kendimde bir şeyleri aramak ve bulmak için içime doğru büküldüğümdeyse sıkkın sayılırım. Bu yılmışlık, beni en ufak bir pürüzde ummadığım aşırılıkta bir davranışı sergilemeye itiyor. En nihayetinde mücadeleyi değil huzuru arzuluyorum. Yaşayabilmek hiç olmadığı kadar zor geliyormuş gibi hissediyorum bazen ve bu hissiyat beni eş zamanlı olarak rahatlatıyor, geriyor ve korkutuyor. Sarhoş olmalıyım. Sarhoş olmalıyım derken de bunu bir gereksinim olarak değil, içinde bulunduğum anın bir varsayımı olarak belirtiyorum.