Beşinci Harf İçin
Bu yazıyı okuyan biri için yorucu olacağını biliyorum ancak özellikle paragraflar eklemedim, her şey iç içe geçsin diye. O nedenle, az sonra harcayacağım sözcüklerin her biri, bir diğeriyle yakın temasta. Harfler diyarında, halka açık orgy partisi! Belirli bir formu olmasa dahi ağırlığı olan ve sayılabilen şeyler, onları muhafaza eden kaplardan taşıyor. Ardından kör bir hançer gibi, insanın elmacık kemiklerine saplanıyorlar. Kafatası, gerçek bir sanat eseri. Darp ediliyoruz, sıvı ve kesik darbeler ile. Kan şimdi gövdeyi götürüyor. Ve gözlerim, artık bir balığınkileri andırıyor: hem şiş, hem donuk, hem de ıslak. Bugün renkli hayaletler başıma üşüştü, rahat rahat nefes alamadım. Hızlı bir ritm eşliğinde dans ediyordu hepsi; el ele, sırıtarak. Ve fark ettim ki geçmiş, günümüz için referans ya da örnekler toplayabileceğimiz, içerisinde tüm tecrübe ve anılarımızın arşivlendiği eşsiz bir kaynaktır. Onu, içinde dizginlerimiz olmadan, özgürce dolaşabileceğimiz bir alan sandığımız her yanılgıda, yerden teker teker dişlerimizi toplarız. Demem o ki, kaşları çatık ve dişleri dökülmüş birini görürseniz fazla yanaşmadan saygıyla selamlayın, çünkü geçmişiyle kavga eden birine fazla salça olmamak lazım. Bu hayatta herkes, en azından bir "merhaba" hak eder ve her zaman edecektir de. İftiraları ise çoğumuz hak etmeyiz. İhanetin tanımı, herkes için farklıdır. Düzgünce veda etmeden hiçbir zaman çekip gitmemeli. Ancak ne gariptir ki birini, önem atfettiği bir şeyden mahrum bırakan kişi, mutluluğu kendine doğru emir kipi ile çağırır ve salyası ağzının kenarından akan köpek acıkmıştır. Parmakla gösteren, hep eller üzerinde tutulur. Tüm çiçekler verimli topraklarda yetişir ve tüm dallar da kökünden uzar. Eylemin sonu, düşüncenin başında belli olur. Her definenin haritası olmaz. Diktatörlerin kalbi, Yaradan'ın avcundadır. Özlediğimiz şeyler, boynumuza geçen sayılı ve çürük ilmeklerdir. Dilden hızla kayan bir küfür ile rakibin şah mat edildiği oyun, henüz başlamadan bitmiştir. Sen. Kişisel kelime oyunum. O gün. O gün, bir arkadaşımın merasimine kendimi dahil etmiştim. Aranıyor posterinde portresi olan kişi, hayatın bana armağanı, hayatımın katili, işte, oradaydı, tam karşımda. Günlerdir kendimi hazırladığım an artık gelmişti. Gözlerimizin birbirini öpeceği anın, bir gün geleceğini biliyordum. İtiraf etmeliyim, geldiğinde sanki pek bir tadı yoktu. Kendimi göstermek; benim düşkünlüğüm ve zayıflığım. Neden onu selamladım? Neden ona karşılık verdim? Balgam biriktirip, suratına tükürmem lazımdı halbuki. Galiba düşünmeden davrandım. Konu o olunca, ben zaten hep böyle davrandım. Sonra kabaca bir hesap yaptım. Onca süre boyunca bana acımasına hiç mi hiç ihtiyacım yoktu o zamanlar aslında. Bunu devam ettiremezdim. Böyle bir şeye kimsenin ihtiyacı olmaz. İhtiraslı olduğuna inandığım aldatmacanın ardındaki sırrı, seneler sonra çözmüştüm. Aşka dair bir senaryoydu, uzunca bir süre başrolünü oynadığım. İçimde ise düğümlü kalmıştı çoğu şey. Çünkü düğümler insan etini damgalar. O, benim damgamdaki estetik motifti, etimin üzerinde hissediyorum. En son beyazlar içinde, karanlık bir gece vakti görmüştüm bu güleç hortlağı. Detaylar, gelecekte olacak olanlara atıfta bulunan birer sembolikmiş, şimdi daha belirgin her şey. Kader çoktan ağlarını örmüş. Bir sobanın başında dikilmiştim. Onu görünce donakaldım. Gözlerimi kaçırmak için savaşıyordum, heyecanla onu incelemeye çalışırken. Ya da kendim için, kendi kendime uydurduğum bir yalan bu, bir illüzyon. Zaten her şey, başka şeylerin birer yansıması. Eko yapan bir çığlık gibi, her şey birbirini tekrar ve takip etmenin peşinde. Bir kişi ve onun sadık gölgesi gibi. Gündüz var, gece yok. "Şu karanlıktan çıkıp gelen dışında bir ışık yoktur" demiş bilgeler. Günün en güzel saatinde Güneş'in ışınlarıyla bizi okşadığı, sırtlarımızı yasladığımız, bize birkaç litre ucuz kırmızı şarap içtiren o iki cılız ve uzun ağaç da nereden çıktı bir anda? Parkın ortasında, karşılıklı dikilmişler. Görüyorum, her şeyi görüyorum. "Replay" tuşuna bastım, gözümün önünde canlanıyor her şey. Sohbet ediyor ya da birbirimizi yiyoruz. İki genç ayyaşın çarpışması. Karşı konulamaz güç ile hareket ettirilemez nesne karşı karşıya. Hazdan dört köşe olmak diye işte buna derim. Sol kolumda tereddüt etmeden sigaranı söndürmüştün, sırf ben talep ettim diye. İçimde hep güçlüydün, güçlü de olacaksın. Her neyse, o güne geri dönelim. İkisini yan yana otururken göz ucumla inceledim. Direkt olarak bakamıyordum, karşımda bir cam vardı ve camdaki karaltıları izliyordum. Karaltılar hareket ediyordu. İnsan bedeninden girift şekiller, dumanın kıvrak hamleleri gibi. İşte, silüetlerin imzalı aşkı tam karşımdaydı. Gerçekten mutlular mıydı? Nasıl bu anlaşmayı sağlayabilmişlerdi? Herif ona nasıl güvenmişti? Dengeli bir ev hayatı yaşamaya hak kazanmak ne büyük başarı. Umulmadık taş, gerçekten başı yarıyor. İnşa ettiğin bu küçük kurumda, sen de başarısız olmazsın umarım. İşte bu da asla bahis yatırmayacağım bir olasılık ama neyse. Durmaksızın bir yudum aldım sonra önümdekinden. Nasıl birbirlerini buldu bunlar? İtiraf etmek gerekirse seçtiği adam fiyakalı duruyordu, ta ki herkesin karşısında yamuk yılık ve hınçla kıvırtana kadar. İyi dileklerim de dahil olmak üzere, her şey yerle bir oluverdi sonra. Bir anda yükseldim bu molozların içerisinden. Yavaş yavaş, gökyüzüne doğru. Hava kararmıştı. Ölü toprağını attım üzerimden. İsa görse kıskanırdı beni. Parlıyordum, çarmıhım beyaz altındandı. Oluk oluk akan kanım, şimdi göz kamaştırıyordu. Başımda dikenlerden örülü tacım, etrafıma baktım. Sonra da kendime itiraf ettim: yargıları, merhamet ile tatlandırmak zordur. Nefret, sevgi ile beslenmez ya da sevgi, nefret ile. Ancak ikisi birbirini doğurur. Sonra dikkatim dağıldı. Tam karşımda iri ve esmer iki meme vardı. Böyle lömbür lömbür yazmayı da artık sevmiyorum fakat gerçek buydu, karşımdaki manzara o an için buydu. Bir anlığına efor sarf etmeden aralarına sığmayı hayal ettim. Orada kaybolmayı. Sonra ebedi aşkıma ihanet edemeyeceğim gerçeği suratıma bir tokat gibi çarptı. Nitekim hemen yanımda oturuyordu ve ben sadık bir aşığımdır. Ancak gerçek bu ya, bir zamanlar ondan intikam almak istemiştim, hatırlıyorum. Hep istedim, hiç olmadı. İşe yaramaz düşünceler hep var ve insanı hep meşgul ederler. Zaman hırsızları. Günahkârlar. Pis kancalar ete saplı ve organizmayı bir o yana, bir bu yana doğru rastgele hareket ettiriyor. Ciyak ciyak ötüyor her şey. "Hellraiser" filminden rastgele bir sahneyi andırıyorlar. Bir şeyi, iyi bir niyet ile elemek, yeni ve verimli bir şey üretmek demektir. Hayatta olan biten her şey, başka bir şeye gebedir. Neden ve sonuç ilkesi, bize ve zavallı yaşantılarımıza hükmeder. Yeni bir safhanın başlangıcı, eskisinin üzerine inşa edilir. Temeli olmayan şeyler ise yıkılmaya mahkûmdur. Konumuz neydi? Memeler? Aslında efor sarf etsem, belki de aradaki o boşluğa sığardım. Güneş batarken, denizin üzerinde oluşan ufuk çizgisini çağrıştırdı bana. Bir anda anımsadım, eskiden böyle tıkalı yolları izlerdim. Ancak artık harcayacak vaktim yoktu. Bazen fazla düşünmemek lazım. Sonuçta suya girmeden yüzmeyi öğrenemeyiz. İşin gerçeği tüm bedenler harcanmak içindir. İnsan, birbirine monte edilen parçalar ile var edilir ve bir bütün olur. Sonra yıllar geçti ve içselliğin toprağına kuvvetli bir yıldırım düştü. Sarı bir şimşek. Beklenen an geldi. Beyaz atlı prens, onu benden çaldı. Ufuğa doğru, gözden kaybolana dek ilerlediler. Arkalarından onları izledim. Düşüncelerim artık bulanık ve şekilsizdi. Ne yaptığımı, nelerden bahsettiğimi anımsamıyorum. Kesin çok saçmalamışımdır. Her şeyin sonunda kendimi, bir kapının önünde uyurken ya da az kalsın ölmek üzereyken buldum. İşte bu yeniydi. Rezalet hikayelerime bir yenisini daha eklemiştim. Aşina olmadığım bir apartman. Fotoselli ışık, ben hareket ettikçe yanıp sönüyor. Yerde amaçsızca kıvranıyorum. Toz içindeyim. Başım çatlıyor. Gözlerim patlayacak gibi. Zihnim sisli. "Yine ucuz atlatmışım" diyorum kendime. Ancak uyanmak hiç bu kadar zor olmamıştı sanki. Zaman, kişiyi süregelen performansından ödün vermek zorunda bırakıyor. Buna yaşlanmak deniyor galiba. Hasta hissediyorum. Kendimi -ya da benden arta kalanları- ilahi spatulam ile yerden kazıdım. Balçığıma şekil verdim. Parçalarımı bütünledim. Takım elbise giymiştim. Pantolon sıktığından, apış aramda belli belirsiz bir yırtık oluşmuştu. Kapının ardında karamsar bir cüce vardı. Kediler vardı ve bolca tüy yumağı ile bira kapakları. Erkek ayağının kokusu, büyümenin işareti ya da çürümenin. Sadece aptallar ve büyüyememiş erkekler aynı kaderi tekrar tekrar başa sarar ya da sarmak ister. Aslında her şeyin temelinde tembellik yatıyor. Biz oğlanları kaçamak yaratmış Tanrı. Bir zamanlar elinden akmıştı, şimdi gözlerinde biriken kan bücür adamın. Yardım çığlıklarıma da kulak asmadı it herif. Zaten insanın içsel tartısı, hep biraz gevşektir. Ne dediğini, ne yaptığını ve nasıl ya da ne için yaşadığını bilmeyen biriyle sohbet edilmez, vakit öldürülür ve vakit en kıymetli şeydir, öldürmeye değmez. “Aldatmak, çocuk oyuncağı” diye geçirdim içimden. Sonra bunların tümünü hak ettiğimi anımsadım. Ben de işgüzarın tekiydim. "Şimdi olmaz" dedim kendime, "şimdi kendini kurşuna dizemezsin". İçsel tartımı gevşettim. Kendi kendimi avuttum ve başkalarında suçu aradım hemen. Kolay iş. Arkadaş olmak zor işmiş, arkadaşlarımdan öğrendim. Bir an önce oradan uzaklaşmak istedim. Mümkün olsa var gücümle koşardım. Hamur işinden bohçamı, kapının tokmağına astım. Dostuma benden hediye! Artık bu cücenin ininden kaçma vakti. Artık sadece yatağıma ulaşmak istiyordum. Şehir değiştirecektim bir de. Geri dönüş yolu gerçekten çekilmezdi. Işınlanmanın keşfedilmemiş olmasına lanet okudum. Nitekim çekilmedi de, çünkü yol boyunca uyumuşum. Ne gün ama, 28'in en büyük rezaleti! Eee, o günün ardına da böyle bir gün yakışırdı. İlk defa bu kadar hızlıydı bu tanıdık mesafe. Plaketimi, zihnimin duvarlarına astım. Galerim zengindi. Yürümek ne zor işmiş be! Sağ ve sol. Adım adım. Ha gayret Olcay'ım. Can sıkıntısından, ufak çaplı bir araştırma yaptım. Kendimden iğreniyordum. Çapraz bakışlar, ülkesine giriş hakkımı engellemiş. Artık bana vize yok. Tez kellesi uçurula! Kim bilir ne dedim? Pek de umurumda değil. Seneler sonra ismini bile unutacağım. Hem hissetmediğime de var diyemem ki. Umarsızlık, çoktan damarlarımı tıkadı. Anlam aramayı bırakalı da çok oldu. Çünkü o bu hayatta değil, ardında gizli ve ben onu çoktan buldum. Hayatın tüm dinamikleri birbirleriyle kusursuz bir ilişki içerisinde ve hepimizden gizli, hepimizin üzerinde çalışır. Etkileşimlerine akıl, sır erdirilmez. Her şey, kendi içinde tutarlı hareket eder. Yani sistem kapalı ve kısa devreye yer yok. İsteyince rasyonel olabilmeli insan. O nedenle şimdi düşünce diyarında bir katliam yapma vakti. Geveze ve ivedi değil de, sakin ve temkinli olmayı dilerdim. Kulaklarım konuşsun isterdim, ağzım da dinlesin. Neyse, sonuçta insan hep ister. Bu yaz çocukları olan, orta yaşlı, sarışın ve atletik bir kadına sardım, onunla bir kelime dahi konuşmadan. Bakışlarımla takip ettim onu ve gün batımında uzaktan izledim bazı zamanlar. Çok güzel yüzüyordu. Gözlerimiz buluşuyordu bazen, heyecan veriyordu bana. Antika bisikletim ile evinin önünden geçtim pek çok kez. Kendimden emin bir tavır takınıyordum, belki beni güçlü görür diye. Aramızdaki yaş farkıydı bana bunu yaptıran. Zaten bakışlarından da anlamıştım, bana aşıktı. Benim için yanıp tutuşuyordu! Ben de ona aşık olmuştum, ta ki yaz sona erene kadar. Önümüzdeki yaz görüşmek üzere. Eee sonuçta insan yazdığına inanır ve inandığımız sürece de gerçeğe dönüşüverir her şey. Böyledir bu, hep de böyle olacak. Hayatın cilvesi. Her neyse, konudan şaşmamalı. Bir şeyi istemek, onu elde etmek değil, daha en başından kaybetmektir. Arzu, sadece biz insanlara kazanç gibi görünür. O nedenle eylemden önce muhasebe yapmak, bizi yok yere çabalamaktan bazen korur. Kıyafetleri ise soyunmak için giyeriz. Ama süslenmiş olan hep talep edilir. Kabuklar, bir şeyin yenilebilir kısmını korumak için sertleşir. "Kazandım" diyebilmek için önce ölümü alt etmeli. Çünkü doğan bebeğin bile yazgısı, en sonunda ölmektir. Konu mankenimizi tekrardan ele alalım. Benim canım soytarım. Renkli amazon savaşçım. Gökkuşağım. Merak ediyorum, ne zaman bir bebeğin olacak? Ve bazen, kendi kendime, keşke içini görebilseydim diyorum. Toz pembe bir mengene ile açmak isterdim minik, ayva bedenini. Tam ortadan, ikiye ayırmak isterdim seni. Ve orada, içinde, sadece bir gün, hem kederli, hem de mutlu olduğun bir gününde barınmak isterdim. Yazın ortasında, benim için kışlık bir eylem yapman ve bunu ballandırarak anlatman neden beni ikna etmişti ki ta o zamanlar? Bir de fotoğraflar ile desteklemiştin tezini. Seni gidi tilki. Hayatıma giren en büyük üçkağıtçı. Benim için neler yaptığını düşündüm bir an için, doğru dürüst hiçbir şey hatırlayamadım. Tatlı-acı anılar vardı sadece gözümün önünde. Tatlı, çünkü seni çok seviyordum. Acı, çünkü beni sevemedin. Halbuki sana verebileceğim en güzel şey, mutluluğun ile mutlu olabildiğimi bilmeni istememdi. Ne boktan bir gençlikmiş be benimkisi. Neyse, hayatımda abartıya yer yok artık. Hatırladım, zaten çoktan ikna olmuştum, tavlamıştın beni. Kelimeler ise her şeyi tatlandırmak içindi. Harfler, duygulara serpiştirilen çeşitli baharatlardır. Vizyonlar sardı etrafımı bir anda. Alnının orta yerinden aptal bir topaç ipi sarkıtıyor; bayık ve patlak gözleri, iki yana doğru yavaş yavaş akarken. Rengarenk giyinmiş ancak şık ve her şey tutarlı. Bir çocuk odasını dekore etmek için kullanılan duvar kağıtlarını andırıyor. Sırıtıyor, küçük ağzı ve neredeyse olmayan dudakları yırtılana kadar ve ona yakışıyor da. Ufak tefek dişleri var. Yanakları ya da yüzünün bütünü, sulu bir şeftaliyi andırıyor. Turuncu ve su yeşili birleşip bir insana dönüşseydi işte bu olurdu. Bakışları, insanda onunla sevişme isteği doğuruyor. Dudakları hareketsizken yaygın bir "M" harfine benziyor, bir kalemle çizilmiş gibi. Yok denilecek kadar ince dudaklar, bu kadar dolgun gözükmemeli. Doğasında, doğaya aykırı bir şeyler var. En başından görmeliydim bana hediye edilen bu ikazı. Daha doğrusu kabul etmeliydim. Apır sapır sözcükler çıkıyor hep ağzından, gelişigüzel ve komik. Kendi içinde tutarlı bir deliliği var. Her hareketine hayranlık duyuyorum hiç üzerinde düşünmeden. Ancak sarhoşken liderliğe soyunuyor. Despot, dediğim dedik ve sarsılmaz. Gülüyorum ona, eğlendiriyor beni. Sinirlerimi hoplatıyor aynı zamanda. Doğuştan bir komedyen! Bu yüzden de sevmiştim seni; tragedya ve komedi eşit verilmişti sana. Kader, kartlarını eşit dağıtmıştı, özellikle senin için. Kimse seni sana böyle anlatamaz, benden başka. Bundan ölene dek mahrum kalacaksın, beni terk ettiğin için. Sonra kendime geldim. Durmalıydım. Çünkü sempati beslenen şeyler, evcil hayvanlara dönüşür. Ayağımızın dibinden ayrılmasınlar isteriz sonra. Ve bağımlı oluruz yavaş yavaş onlara. Zaman hızlı geçiyor. Harcama yaparken tasarruflu olmalı. Günler, peş peşe sıralanmış vagonlardır; her birinin yükü de ağır. Rayları arada bir muayene ettirmekte fayda var. Kontrol edilemeyen mimiklerin ardında, bizi bütünüyle kontrol eden dilekler yatar. Ta üst dünyalardan ipleri çekilerek hareket ettirilen tüm kuklalar, özgür olduklarına inanarak yaşar. Oh, it's such a perfect day, I'm glad I spent it with you! Bir anda hatıralar sardı tekrardan etrafımı. Çepeçevre hapsoluverdim. Kalabalıktı, çok kalabalık. Onun mezuniyet günü. Büyük bir duvarın ardından ve uzaktan seyretmiştim her şeyi. Hem ona jest olsun diye, hem de kendi kendimi, ona ortak edebilmek için oraya gitmiştim. "Bu yaptığımı bilmese de olur" diye geçirmiştim içimden. Ancak gerçek şuydu ki bilse çok daha güzel olurdu. Sanki onun gibi hazırlanmıştım o güne, büyük bir heyecanla. Güzel güzel giyinmiştim. O zamanlar, şimdikinden biraz daha küçük bir çocuktum. Her şey bittiğinde, keyifle sırıtarak ayrılmıştım oradan. Yalnızdım ama kalbimde değil. Yürümek ne keyifliydi. Düşüncelerim beni heyecanlandırıyordu. Ortak geleceğimizi tasarlıyordum. Aramız iyiydi ya da belki de henüz tam anlamıyla tanışmamıştık, o nedenle aramız iyiydi. Gençken nehirde boğulan adamın, hipnotik sesi vardı kulaklarımda o gece, yokuş aşağı inerken. Ben de eşlik etmiştim ölü adama daha sonrasında. "Lilac Wine". Bu düetimiz aşk içindi. Sonra o zamanların en popüler yerine gitmiştim, keyfimi katlayabileyim diye. Ve orada rast gelmiştik. Önümdeki kadehin en dibinden el uzatmıştı bana, yanıma gelip içtenlikle gülümseyerek. Tebrik etmiştim onu, mutluluğunu paylaşmıştım. Beni gördüğü için de mutluydu sanki. Onu mutlu etmiştim. Vay be, şimdi ise benden mutlusu yoktu! Bir gün önce bende kalmıştı sanırsam ve o geceyi de beraber geçirecektik. Emin değilim, anılarım bana ihanet ediyor. Anımsadığım şeylere güvenemez oldum. İtiraf etmek gerekirse hiçbir şey gelişigüzel örüntülenmemişti. O barı özellikle seçmiştim, onu göreceğimi umarak hatta bilerek. Sinsilik girince işin içine, kusursuz planlar yapmakta ustalaşırım, böyle toz pembe bir senaryoya sinsice denirse tabii. İnsan kendini bilmeli. Heyecandan elim ayağım titremişti onu görünce. Aşık olmanın ne demek olduğunu öğrenmiş ya da hatırlamıştım. Bakışlarım dönüp dolaşıp ona yapışıyordu hep. Elbisesi güzeldi, ona da yakışmıştır illa ki ama rengi bile aklımda değil. Güzel göründüğünden eminim sadece, çok güzel. Düşünüyorum da, keşke insanları muhafaza edebilmenin fiziksel bir yolu olsaydı da o gece onu içimde, herhangi bir yerde saklasaydım. Koleksiyonuma ekleseydim onu. Kanıma karışsaydı keşke, benimle ve benim olsaydı. Firavunları neden mumyaladıklarını şimdi daha iyi anlar oldum. Ölümsüzlük, doğru insan için talep edilebilirmiş. Gerçi o özgürlüğüne düşkündü, içimdeki yerini yadırgardı illa ki. Yırtardı bedenimi, gözümün yaşına bakmadan. Neyse, en azından sindirirdim onu. Gerçekten, içimde güzel bir yere hapsetmek isterdim onu. Tüm bunların ardından, salıvermek ve özgürlüğüne kavuşturmak da isterdim; esareti tattırdıktan hemen sonra. Aslında, sanırsam zaten bunu yaptım ona. Ve ara sıra yapıyorum hala. Ancak artık o yok. Fark bu. Önemli bir şeye dair hissettiğimiz yoksunluk, o şeyin imitasyonunu yoktan var etmeyi buyuruyor bize. Kardan adam yapmak gibi. Gerçeklikten uzak, yeni bir gerçeklik. İnsanın inadı kırılana dek sayıklaması da ne komik! Bilinir ki taşlar, onları birbirine sürttüğümüzde kıvılcım çıkartır. Kıvılcım, yangına dönüşür. Yangın ise her şeyi yerle bir edecektir. Bugün, daha doğrusu dün, en alakasız yer, en alakasız insanı mezarından çağırdı. Pençeler, toprağı yavaşça yırttı. Fırtınanın senfoni orkestrası, arka planda gürüldüyordu. Yağmur, yeri öpüyordu damla damla her düşüşünde. Herkesi çoktan unutmuşum, hatırlayınca farkına vardım. İşte bu yavanlık bana bazen iyi geliyor. İşte bakın, böyle yazıyorum. Yazdıklarımı bu ana dek okuyanlar, şimdi de sizinle konuşuyorum. En başa dönecek olursak diyeceğim şu ki geçmişten veri toplamak beceri ister, her babayiğidin harcı değildir. Bir volkanın içerisinde çıplak ayakla dolaşmak gibidir. Sevmediğimiz bir şeyi, zorunda olduğumuz için yapmak gibidir ya da çok sevdiğimiz bir şeyi yaparken, hiç istenmeyen bir sonuçla karşılaşmak gibi. Benim için ise her şey, geçen günlerimin fantom ağrısı, mürekkep tam bitmek üzereyken çıkan bir fotokopi gibi. Bunlarla yaşamak, kritik anlarımda beni tatmin ediyor. Öncesinde bozuyor, sonrasında ise topluyorum kendimi. Bozulmak ve tamir edilmek ile geçiyor günlerim. Mengenede kemik kütletmek gibi. Mahalle yanarken saç taramak gibi. Tırnakları en dibinden kesmek ve yanığın insan etinden yükselttiği kokuyu solumak gibi. Diyeceklerim bu kadar.