Küçük Şeyler İçin Uygulanan Büyük Kuvvet
Gevezeliğim tuttuğu ve ihtiyaç duyduğum için yazmak istiyorum.
Dünya üzerinde neredeyse 9 milyar insan yaşıyor ve anlaşılan o ki herkesin sahip olduğu, ancak sadece bana ait olmayan bir şey var. Kolektifin kendi içinde paylaştığı ortak bir giz. Herkesin, birbirine eşit biçimde pay ettiği ve sadece benden sakındığı bir nitelik. Karşı konulamaz bir güç. Sadece ve sadece benim sahip olmadığım, kökleri belki de doğaya uzanan bir kuvvet.
Hayatın bana emrettiği şekilde, ona karşı geliştirdiğim bu sıra dışı yaklaşıma ya da aramızdaki bu yarı hastalıklı ilişkiye, bundan daha rasyonel bir izah getiremiyorum. En azından bugün; yarın elbette her şey değişir. Sonuç itibariyle bilinir ki aşk, her daim nefrete gebedir. Ve hayat, insana aşıktır.
Lafı fazla evirip çevirmeden, direkt konuya girmeli. Bakıyorum da herkes, kendine büyük bir kolaylıkla inanıyor. İş kim oldukları, nelerden hoşlandıkları, nelere sahip oldukları, ne için yaşadıkları ya da ne için ölecekleri gibi mühim konulara gelince herkes, kendinden pek emin. Fazla düşünmeden hareket etmek, süregelen tüm alışkanlıklara sorgusuz sualsiz boyun eğmek ve tüm bunların sonucunda da kendi bildiğini okumak, herkes için ne kolay. Hayat, herkes için ne kadar da anlaşılır.
Sonra... Sonrasında şöyle bir bakıyorum da herkes, bir başkasına da çok kolay inanıyor. İşin içerisine inanç girince dizginleri elden bırakmak ne kolay. Doğrusu herkes, her şeye çok kolay inanıyor. İnanç, hepimizin üzerinde işleyen ve bizleri kontrol eden tek şey anlaşılan o ki. Buna hayatlarımıza bir biçimde etki eden, herhangi bir şey için sürekli bir güven duyma arzusu ya da yalın haliyle mahkumiyet denir.
Takmak zorunda olduğumuz insan silüetinden oyma maskeler, artık esas yüzlerimiz ile bütünleşti. Aynada gördüğümüz parçalar bütününden bahsetmiyorum: herkesin sadece kendine sakladığı bir sır bu sözünü ettiğim. Birininkini, bir diğeri bilemez. Olmayan ruhlarımızın transparan bir sembolü ya da göstergesi gibi.
Gerçek şu ki bizi biz yapan şeyler, artık bizim yönetimimize bağımlı değil. Düşüncelerimiz, mimiklerimiz, hislerimiz... Hepsi özgür ve hepsi hür. İnsanın iradesi, artık başına buyruk bir varlık. Hayat bu: maskeli balo ve soytarılar! Evet, her birimizin içinde, kazıyarak çıkmayacak bir karaltı var. Bizleri ele geçirmiş, pis bir leke. Evet, galiba gerçek bu. Vay be, ne drama ama!
Sonra... Sonra tekrardan şöyle bir bakıyorum ve görüyorum: rol kesmek de ne kolaymış! "Ben varım" ya da "bu şey bana ait" diyebilmek. "Ben buyum", "bunu seviyorum", "bu benim" diyebilmek. "Ben" demek ne kolay! Personaları sarsılasıcalar... Sesi büzüşesiceler...
Halbuki gerçek şu ki, her şeyi en iyi ben bilirim ve her şeyin en iyisi benimdir, bana aittir. O yüzden size tavsiyem, kulaklarınızı bir güzel açın ve beni iyi dinleyin...
Garipsiyorum. Herkes, herkesi ve her şeyi üzerinde fazla düşünmeden çiğneyip, tadı kaçınca tükürebiliyor. Garip olanı, birini ya da bir şeyi tüketmek değil, bunu kolaylıkla yapabilmek. Hoşumuza giden şey, eşit saflar arasında hep galip geliyor. Halbuki mutlu olmak, o kadar da önemli değil. Çünkü mutluluğun her zaman arzulanır ve cazip olması doğru değil, doğamıza aykırı. Burada bir yanlış var, hiçbirimizin göremediği ya da görmek istemediği.
Sorumluluklardan kaçmak, her zaman için ilk seçenek. Bu da garip çünkü eylemler, beraberinde ölçümleri getirir. Ölçüm ve hesap yapmak, aslında sorumluluk üstlenmektir. Çünkü kendimizi bir başkasına göre ya da bir başkasına karşı takındığımız tavır ya da tutuma göre ölçerek dengeler ve de geliştiririz. Açıklarımızı kapatmanın ve gelişebilmenin en doğru metodu budur.
Dün ya da bugün yaptıklarımız, yarını örüntüler ve biz de örüntülenen bu motife uyumlu hareket etmeye özen gösteririz. Başkaları ve onların içimizde uyandırdığı hisler, bizleri sarmalar ve yavaş yavaş büyütür. Yeni doğmuş bir bebeğin emzirilmesi gibi. Bu nedenle büyümek, hayatın bize uyguladığı kısıtlamalardan biri, belki de en önemlisidir.
Hislerimden konuşacak olsam, etrafımda yozlaşmış ilişkilerden devşirilme bir insan kalabalığı var derdim; insan demeye utanırken. Kambur ve kangren bir toplum. Sahtekârlar loncası. Kendini bilmezlerin işgal ettiği, kutsallığını çoktan yitirmiş topraklar. Yalandan ortaya çıkmış dişler ve o dişleri teker teker saran incecik, gergin ve morarmış dudaklar. Gözler bildiğini okuyor, kulaklar ise tıkalı. Pişmiş kelle halinden memnun. Bedeni kaplayan her bir tüy şimdi dimdik. Herkes kendi çarmıhını yutmuş gibi dimdik, tetikte bekliyor.
İnsan etinden örülü bir çemberin içerisinde hapsolmuş gibiyim. Sürekli sabit rotamda dönüyorum. Yırtmaya çalışıyorum onları, çıkmak istiyorum. Aynı şeyin tekrar etmesi, o şeyi bayağılaştırır. Bayağılık, insanın gücünü tüketir. Gücüm tükeniyor ve nitekim pes ediyorum. Yalnızlık, sırtımdan hançerliyor beni. Gördüklerime olan inancımı ve kendime olan güvenimi kaybediyorum. Rüzgarda savrulan kuru bir yaprak bile benden daha kendini bilir bir hal alıyor birden. Onun bile bir amaç uğruna hareket ettiğine inanıyorum. Canım sıkılıyor bu işe.
Ha unutmadan, bir de herkes, her şeyi çok iyi biliyor. Ben bilmiyorum. Bu arada az evvel de yalan söyledim. Gerçek şu ki ben hiçbir şey bilmiyorum. Bildiğimi sandığım her şey, gerçekten de bana hiçbir şey bilmediğimi öğretti. Sokrates denen tıfılı alnından öpesim geliyor ancak sonra felsefeyle uğraştığını hatırlıyor ve vazgeçiyorum. Şimdi de hem artistik, hem de arabesk bir cümle patlatasım geldi ve beğeninize sunuyorum: "İnsan, insanın kanayan yarası ve bu yaraya basılan bir avuç tuz."
Aslında gülmek çok yakışıyor hepsine, hepinize. Bazen uzaktan izliyorum sizi. Mutlu olduğunuzda tüm odağımı armağan ediyorum size. Tanrı adına sunduğum bir adak aslında bu. Mutluluk paylaşınca var oluyor gerçekten de. Böylelikle sırrını kulağıma fısıldıyor hayat. Dinliyorum onu.
Neşeniz yerindeyken, gözlerinizin içi parlıyor. Sonra da üzülüyorum sizler için, kendim için; bir türlü “biz” diyemediğim ya da diyemediğimiz için.
Ardından kendimi “iyi” biri sanıyorum bir anlığına -insanoğlu adına bireysel bir ağıt yaktığım için- ve içinde debelendiğimiz bu senaryonun gizemi, artık beni içine doğru çekmiyor, aksine itmeye başlıyor hızlı bir ivmeyle. Mekanik olan şeyler doğru çalışmıyor artık, doğru hissettirmiyor da. Sistem içeriden çürümeye meyilli şimdi, yavaş yavaş ufalanmaya başlıyor.
İlahi bir güç, ters mühendislik uyguluyor hislerime. Tüm yanılgılarım, kuvvetli bir el olup iki yakamı kavrıyor. Silkelemeye başlıyor beni. Başım dönüyor, midem bulanıyor. Ekşi geliyor her şeyin tadı ve bozuk. Yüzüm buruşuyor. Çürümenin mide bulandırıcı kokusu yayılıyor etrafa. Bir mezar bekçisi olabilirdim, ödleğin teki olduğumu bilmeseydim.
İçinde kendimi bulduğum bu durum sayesinde ihtiyaçlarımdan birini, açıkça saptıyorum: özgüvenimi geri kazanmaya ihtiyacım var ve onu doğru şekilde, doğru şey uğruna geliştirmeye ya da feda etmeye. Bir an için, durmaksızın saçmaladığımı fark ediyorum ve kısıtlı zamanımın bakiyesinden hunharca harcadığımı. Bu da saptadığım ikinci bireysel gerçeğim oluyor sonrasında. Ayvayı yemişim.
Sonra herkes için hazırladığım gelişigüzel yargılara bulamaya devam ediyorum kendimi. Tanıştığım herkes, doğmadan evvel çok gizli bir sözleşme imzalamış gibi. Bu gerçekten olabilir mi? Anne sütü mü kişiyi ehlileştiriyor acaba? Halbuki ben de çok emmişim. Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum.
Herkes, hayatın ritmine uyumlu işleyen bir rolü olduğunu gerçekten de çok iyi öğrenmiş. Bunu biliyor, uyguluyor ya da buna uygun yaşıyorlar. Ben yapamıyorum. Bu sadakatten bana da bir parça verin! Sanki her şey, herkes için yerli yerinde, bir tek benim için değil. Tebrik etmek istiyorum hayatta olan herkesi. Ayakta alkışlamak istiyorum teker teker her birini. “Ne de güzel yaşıyorsunuz” diye samimi itirafımı süsleyerek sunmak istiyorum onlara.
Aklıma şifrelenmiş bir düşünce düşüveriyor sonra: görünenin ardını görebilmek için, kör gözlerin bir işlevi olabilir mi? Ben kör müyüm yoksa en keskin gözler bana mı ait? İçinde yüzdüğüm bu su, şimdi bulanık mı yoksa hep berrak mıydı?
Ortak bir noktamızı buluyorum en sonunda: her birimiz, katlanmak zorunda olduğumuz ıstırap sebep, bir şeylere tutunmak hatta sıkıca yapışmak peşindeyiz. Istırabımız ortak. Acımız ve ona verdiğimiz tepki ortak. Etkiye karşı tepki. Sadece ıstırabın ölçüsü ve de şiddeti bizleri bütünlüyor, birleştiriyor. En başında da değindiğimiz gibi, bir ortak yanımız daha var: bize haz veren şeyi, ölene dek sömürebiliriz. Bunu uygularken, feda edemeyeceğimiz hiçbir şey yok.
Derken yine ayrıştığımı fark ediyorum herkesten. Bir şeyleri feda etmekten (şayet sahip olduğum bir şeyler varsa) ya da ıstıraptan kaçmak adına hatırı sayılır bir çaba sarf etmektense, şu yaşıma dek hep acının içerisinde bir cenin gibi kıvrılmayı yeğlediğimi ve bu gidişle hiç istemediğim halde hep bunu yeğleyeceğimi fark ediyorum. Kendini çok akıllı sanan süzme bir aptalım. Bu nedenle feci bir dehşete kapılıyorum. Düşüncelerim bana düşman.
Daimi iç huzursuzluğum, yine ve aniden hortlayıp, yakama yapışıyor. Kulak kesiliyorum ona ve boşluğun çığlıklarını duyuyorum. Etrafımdaki her şey, benden hak talep eder olmuş! Duyduklarımdan dolayı irkiliyorum. Hayat tarafından ödüllendirilmek böyle bir şey olmalı.
Hayata karşılık olarak verecek bir şeyimin olmadığını saptıyorum sonra ve boş hissediyorum kendimi, bomboş. Kendimden başka, herhangi bir şeye tutunma ihtiyacı doğuyor içimde ancak hemen ardından bu ihtiyacımı unutuveriyorum. Daha doğrusu kendini bana unutturuyor. Çünkü öncesinde ben, beni, bana hapsediyorum.
Sonra her şey sallanıp hızla parçalanmaya başlıyor. Her şey, bir anda, paramparça! Bu sarsıntının içerisinde hiçbir şeyi seçemiyor, hiçbir şeyi isimlendiremiyorum. Artık mutluyum. Daha doğrusu mutlu değilim, keyfim yerinde. Acı, gözümün yaşına bakmadan kamçılıyor beni ve koşmaya başlıyorum. Ancak ayaklarım, gitmem gereken istikametin tam tersine götürüyor beni. Yolu yarılamışken fark ediyorum her şeyi. Onca adım boşuna atılmış. Sonra kendime ya çok keskin bir yalan ya da çok net bir gerçek sunuyorum: bu hayatta hiçbir şey boşuna değildir.
Küçük şeyler... Bizi savaştıran ve bizi barıştıran. Bize verilen süslü armağanlar. Hayatta, sadece senin için hazırlanmış bir yerinin olduğuna inanmak ve ölene dek orada yaşamak. Ne büyük meziyet! Ne büyük yalan. Bu bulmacayı kim çözecek?
Beklemeye kaldığım yerden devam ediyorum. Beni çevreleyen ve hareket ettiren kuvvet, her daim benimle. Ben ona aidim, o ise bana.