Günlük Hesaplar & Mekanik Arzular

"Kişi için sevebildiğini hissetmek, bir başkası tarafından sevildiğini hissetme ihtiyacına kıyasla çok daha ağır basıyor" diye düşündüm. Bu düşünce, dün geceden beri benimleydi, etrafında dönüp dolaşıyordum sürekli. İşin gerçeği, ara sıra hortlayıp hayatıma musallat olurdu ve ben, yine o dönemlerden birindeydim.

Bir de şunu düşündüm: bu meselenin sanki bir çetrefili vardı. İnsanın yüzüne sevilmediği haykırılınca dünyası başına yıkılırdı, buna katlanamazdı. Fakat birini sevmediğimizi o kişiye itiraf edebilmek pek de zor sayılmazdı. İşin içerisinde, her zaman için otomatik işleyen bir menfaat hesabı vardı.

Aslında bu denklemin temelinde sevgi falan yoktu, bizim sevgi sandığımız ya da bu isimle nitelendirdiğimiz bir his vardı. O hissin yeri gelince doyumunu, yeri gelince ise yoksunluğunu hissediyorduk. Ancak o hissin adı sevgi değil, hazdır. Haz sevgiyi, giyinmiştir ya da iyiyi, güzeli. Bizi, bize iyi hissettiren şeyler ile kıyafetlenmiştir haz. Bu tanıma uyan spesifik şeylerin tümünü sahiplenir, onların müptelası oluruz. Etraflarında dört döneriz hiçbirini kaybetmemek ve her birinden faydalanmak için.

Ancak her şey gibi hazzın da bir ömrü vardır. Bize haz bahşeden o şey, artık bu işlemine devam edemeyince, onu hayatımızdan çıkartmanın yollarını aramaya başlarız. Bize bir doyum değil, eksiklik veriyordur artık. Hissettiğimiz haz, bir ıstıraba dönüşmüştür. Yani artık ondan kaçmanın yollarını arıyoruzdur. Aklımız buna odaklanır: bir zamanlar bağımlısı olduğumuz o histen uzaklaşmaya, onu defetmeye. Yani bize musallat olan şeytanı, artık kovmak istiyoruzdur.

Demem o ki insan olmanın denklemi, aslında oldukça basit: acıdan var gücümüzle kaçmak ve hazza doğru da hızla koşturmak.

Zavallı ve körelmiş yaşantılarımızın, gerçek sevgi ile nasıl tatlandırılacağının yollarını bulmaya odaklanmıştım. İnsan bu kuvvete nasıl tutunabilirdi? Bizi birbirimize bağlayan şeyleri nasıl ifşa edecektik? Kendimi, kadim bir gizi çözmeye adamış gibi hissediyordum. Bir amacım vardı şimdi.

Şu döneme dek biriktirdiğim tecrübelerimi değerlendiriyordum tek tek. Gerçekten sevmiş ya da sevilmiş miydim? Hisler bizi nasıl da yönetiyordu ama! Hayatlarımız boyunca karşı karşıya kaldığımız her bir tıkanıklığın temeliydi bu; hislerimiz ve onları kabullenmeye ya da reddetmeye dair takındığımız tavır. Hislerimiz ile mantığımızı, dengeli bir biçimde idare edemiyor oluşumuz. Mutlak başarısızlığımız. İnsanın yetersizliği için yapılabilecek en makul tanım buydu. Aykırı olan bizdik, hayatın bize armağan ettikleri değil.

Basit ya da sıradan bir gündü bugün, bir şekilde içini doldurmaya çalıştığım. Sanki bu konudaki çabam hep boşunaydı şu sıra, zaten adam akıllı çabaladığım da söylenemezdi. Hiçbir şey beni tatmin etmiyordu artık, tatmin etme ihtimaline inandığım şeyler ise benden uzaktaydı. Yakalayamıyordum onları ya da yetişemiyordum hiçbirine. Canım da istemiyordu. Hayatın sırrını çözmüştüm çoktan. Teoride kuvvetliydim, pratikte zayıf.

Her günüm git gide birbirine benziyordu sanki ve bu durumdan oldukça şikayetçiydim. Yavaş yavaş bir şeyleri değiştirebilme gücünden yoksun olduğum gerçeği ile yüzleşiyor gibiydim. Bu gerçek beni kemiriyor ve ele geçiriyordu. Gerçek sandığım bu engel, belki de bir yalandı, ancak şu an için çok gerçekti. Memnun değildim, olamıyordum. Sıkılgan ve aksi bir moruğa dönüşüyordum, ancak henüz otuz yaşındaydım.

Gündelik rotamı çizdim zihnimde, ardından harekete koyuldum. Bir süredir müdavimi olduğum kafeye uğradım. Bir fincan filtre kahve söyledim. Yeni ve vefalı arkadaşımı selamladım. Benden yaklaşık on yaş küçüktü, fakat bu önemli değildi. O, benim arkadaşımdı. Kahvemi yudumlarken insanları izledim, izlerken yargıladım. Sonra kendimi yargıladım. Bir süre sonra da oradan ayrıldım.

Ardından bir birahaneye gittim, yaşlıların takıldığı. Bir süredir buraya sarmıştım. Eski bir yerdi burası, lise okuduğum zamanlardan kalma. Tarihi bir yapı. Antik bir yer. Ne derseniz deyin.

Orada kapının önüne oturup biramı yudumlarken, yaşadığım sefil kasabanın hareketlerine bakışlarım ile kapılmak hoşuma gidiyordu. Olmayan şeyleri, sanki oluyormuş gibi canlandırıyor, kendimi eğlendirmeye çalışıyordum.

Sonra arkamda dönen sohbete kulak kesildim. "Lepistes geliyor. Dördüncü ya da beşinci ayak." dedi birahanenin misafiri. At yarışı bülteni vardı elinde.


"17:00'de mi koştu?" dedi birahane sahibi. Gözlüğünü burnunun ucuna kadar indirmişti.


"Bilmiyorum, bir bakayım. Geçen hafta kazanmıştı bu hatta." dedi misafir.


Dikkatle dinliyordum. Bir an için, bilmediğim bir dili anlamaya çalışır gibi hissettim.


"Haaa, Lepistes, ha ha ha. Dokuz numara, tamam." dedi birahaneci. Düşünceliydi şimdi.


Kalktım ve tuvalete girdim. Yanlarından geçerken oturdukları masayı inceledim göz ucumla. "Beni de alıştırın, ben de at yarışı oynayayım" diye geçirdim içimden, çişimi yaparken. Tuvalet amonyak kokuyordu, keskin ve acı.


Ellerimi yıkarken çok dikkatliydim. Burada bir yerlere dokunmak riskliydi, ebola, dizanteri ya da tifo falan kapabilirdiniz kolaylıkla. Bir cambaz gibi kıvrıldım tuvaletten sağ salim çıkabilmek için.


"Aynen, aynen dokuz numara." dedi adam, ben masama doğru ilerlerken.


Masama geçtim. Biramdan bir yudum aldım. Nitekim duyduklarım belirsizleşti, kelimeler iç içe girdi ve anlamsızlaştı. Sıkılmıştım. Onları dinlemek yerine düşüncelerime odaklanmayı tercih ettim. Hükümdarı olduğum bu karanlık dünya, daha renkliydi şimdi ve daha cazip.


Sonra içeri hızlı adımlarla bir adam girdi. Yağan yağmurdan dolayı biraz ıslanmıştı.


"Manyak Mehmet, ne haber?" dedi diğer adamlardan biri.


 "Amber! Esas sarı ile kırmızının karışımı, yeşilimsi bir renk vardı. Sadece yeşil olmaz oraya, uyumsuz olur. Köşedeki telefoncunun dükkanı gibi, göz yoruyor. O var ya o, daha güzel ışık. Amber!" dedi Mehmet, adamlardan biriyle tartışmak ister gibi bir hali vardı.


"Manyak, Allah'ın manyağı!" dediler hep bir ağızdan, ardından gülüştüler. İki kişi bir olmuş, bir kişiyi dövüyordu sanki. Bu kolektif hırıltı, kulağımın dibinde sert bir cismi zımpara kağıdına sürtmek gibiydi.


Birahanenin sahibi beyaz peynir eşliğinde rakı içiyordu, misafiriyse bira. Buraya ait değildim, ancak benimsemek zorundaymışım gibi hissediyordum. İnsan, kaderini nasıl kabullenebilir? Yoksa kabullendiğimiz şeyler mi kaderimizi oluşturur? Kendimi, aklımın beyaz duvarına dizdim ve yersiz sorular ile taradım. Delik deşik olmaya ve duvarları kanla bulamaya ant içmiştim.


Hava kararmıştı artık. Çıktım oradan ve yola koyuldum. Yürüyordum. Kızıl çakıl taşları ayağımın altındaydı ve karşımdaydı sıkışık trafik. Bu ufacık memlekette ne kadar araba olduğunu görseniz ağzınız açık kalır! Rüzgar yüzümü yalıyordu. Yağmurun pis ıslaklığı sirayet etmişti her yere. Büyük bir çöplük gibiydi burası. Bir an için gözlerimi oymak istedim.


Yürürken, yanlarından geçtiğim insanları inceledim. Bakışlarını, mimiklerini anlamlandırmaya çalıştım. Nasıl göründükleri üzerine düşündüm ve nasıl göründüklerini düşünüp düşünmedikleri üzerine. Gündelik yaşantılarına ait bir endişeyi taşırken nasıllardı? Bunu merak ettim. Bir gün, sadece bir gün, insanı ne hale getirebilirdi? Rahatsızlık veren bir düşünceyi nasıl sırtlanırdı bu insanlar ya da şimdiye dek en çok neyi, ne kadar düşünmüşlerdi? Neydi bizi büyüten? Neydi bize şekil veren?


Önümü kapatmak istedim, kapatmadım. Böyle daha havalı görünüyordum. Ancak rüzgar ciğerlerimi kavrayıp, sıkıyordu. Yine de yiğitliğe bok sürdürmedim.


Derken eskiden çalıştığım yere yaklaştığımı fark ettim ve oradan hızla geçtim. Geçerken yüzümü gizledim. Eski patronum beni gördü ya da gördüğünü varsaydım. Bu yaşıma dek tanıştığım şeylerin çoğundan kaçmaya meyilliydim; ancak yalnız hissettiğimde de onları özlüyor ve arzuluyordum. Ne ikilem ama!


Sonra kaldırımın karşısındaki durakta iki kız birbirine sarıldı. Tanıklık ettiğim bu manzara hoşuma gitmişti, ısınmıştım. Bir bankanın önünde durakalmış, sapık gibi kızlara bakıyordum. Bir anda şüpheye düştüm. Çünkü herhangi bir bankanın önünde nedensiz yere durmak, insanı şüphelendirir. Kızları bir anda unuttum ve hızla yürümeye devam ettim.


"Radiohead" dinlerken tespih sallıyordum. Kahverengi tespihim, şu sıra her gün elimde! İnsanın elleri hep çalışmaya programlı. Kendi üzerimde deneyler yapıyordum bir süredir sanki. Zıt kuvvetleri ya da birbiriyle çatışır gibi görünen şeyleri, tek bir bedende birleştirmeye niyet etmiştim. Kültürleri sentezliyordum. Bir bütünlük sağlamak ve onu korumak istiyordum. Eserimin adını bulmuştum: "Kendimden Yapmak İstediğim Şey". Yazan ve yöneten Olcay E.

Thom Yorke, "don't blow your mind with whys" diye bas bas bağırıyordu kulağıma. Yanından geçtiğim çerezci, sessizce karşısındaki televizyona dalmıştı, resmen ağzının suyu akıyordu. Zamanı harcayan insanlar tespit edilip, caydırıcı bir cezaya çarptırılmalı aslında. En vahşi cinayet bu çünkü.


Sonra başka bir mekana oturdum. Buraya da bir süredir sarmıştım. Zaten hepi topu 3-5 yer vardı yaşadığım yerde, ben de onlardan bazıları arasında mekik dokuyordum.


Bir bira söyledim. Seneler önceden kalma insanlar düştü aklıma. Olta attım. Saçmalamaya başlamıştım. Nostalji, depresyonun bir formudur ve depresyon sahnedeydi artık. Açık mikrofon, görkemli bir hikaye... Bu tanıdık şova kaptırmıştım kendimi. Ardından hızla sarhoş oldum.


Orada biraz daha oturup, evime dönmek için yola koyuldum. Bir tekel bayine uğradım, birkaç bira daha almak için. Derken az evvel bahsini ettiğim eski iş yerimden bir arkadaşımın, tezgahın arkasından bana baktığını fark ettim. Tekelcinin ahbabıymış meğer. Yarım ağızla selamlaştık, torbamı kaptım ve eve vardım. Umulmadık detaylar, umulmadık senaryolara gebeydi hep.  Sonrasını hatırlamıyorum.