(Rengin Tonu Griyken) Her Gün Sıradan ve Her Gün İlginç

Bugün İzmir'in havası "kıymetli" vaktimi, duvarlarına bakarak harcamak zorunda olduğum ve kendimi ait hissetmediğim bu büyük apartman dairesinde katledemeyeceğim kadar güzeldi. Bu düşünceye kapılana kadarsa, evin içinde, bir şeylerin adeta ilahi biçimde gerçekleşmesini kendi kendime bekleyerek boşlukta süzülüyordum. En sonunda kafamdaki çelişkilerin bir kısmından galip gelerek - ya da hepsini es geçerek- kendimi dışarı attım.

Yolda dengesizce yürürken, eski bir arkadaşımı aradım. İstanbul'un onu nasıl yuttuğundan bahsetti yine bana ve oradan kaçmayı nasıl planladığından. Çok geçmeden, birkaç dakika sonra, telefonu kapatmayı arzuladım ve hemen ardından da şansım yaver gitti, konuşmamız sona erdi ve yoluma devam ettim.

Üzerimde benimle pek çok macerayı paylaşmış kot ceketim, ayağımda topuk seslerini sevdiğim, süet, işlemeli, koyu lacivert brogue ayakkabılarım vardı. "Lotus Flower" isimli sevdiğim bir parçayı, tiz bir sesle mırıldanıyordum...

Sonra metro durağına ulaştım ve metroya bindim. Alsancak'a gitmek için, Çankaya'da indim. Daha önce belki de hiç bulunmadığım bol katmanlı sokaklara daldım. Yolu uzatmıştım ve yolu uzattığımın farkında da değildim. Bir süre sonrasında Kıbrıs Şehitleri'ne vardım.

Vardığımda vaktimi nasıl harcayacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Düşünmeye ve düşünürken yürümeye devam ettim. Zamanda asılı kalmış gibiydim. Uzun zaman önce, bir otobüste asılı afişlerini gördüğüm ve ilgimi çekmiş olan karikatür müzesinin yakınlarında olduğumu fark ettim.

Müzeyi buldum ve tam önünde durdum. Beyaz, nostaljik, birkaç katlı evlerden bir tanesiydi ve tahtadan kapılarının üzerinde dekor amaçlı asılmış kocaman, yuvarlak, sürekli dönen, hipnotik ve dikkat çeken bir tabela vardı. Dikkatimi üzerinde toplamayı başardı. Bir hevesle kapıdan içeri girdim fakat girdikten hemen sonra tatmin olamayacağımı anladım; genelde olduğu gibi. Yine de tüm eserlere göz gezdirdim, hatta hoşuma giden eserlerin çizerlerini de not ettim. Bir kereliğine de olsa tüm sanatçıların diğer eserlerine bakmak istemiştim. Tabii ki sonrasında bakmayacaktım. İşte tam bu sırada da turayı seçmiştim.

Daha sonra dışarı çıkıp amaçsız gezintime devam etmek üzereyken karşı kaldırıma tünemiş, bağlama çalan adamı fark ettim. Kafası neredeyse kel, bıyıklı, toplu, esmer ve siyah paltolu bir adamdı. Bu adamı, bu sokak üzerinde daha sonra pek çok kez görecektim.

Adını merak etmemiştim. Önüne bir ayakkabı kutusu koymuştu. Bir an için, ona kulak vermek istedim. Rahatsız etme ihtimalimi de göz önünde bulundurarak ona, yanında dikilmek istediğimi söyledim. Bana, rahatsız olmayacağını belirtti. Oturdum.

Bir şekilde, beni bana ondan daha büyükmüşüm gibi hissettirmeye çalışmasına fırsat vermemek için elimden geleni yapmak zorundaymış gibiydim, yer yer terliyordum. Kendimi yine kendi kendime oluşturduğum bir rekabete sürüklemiştim. Sonra adam çalmaya başladı. Önümüzden geçen insanlarsa yer yer küstah göründüler, ikisi benim ikisiyse adamın olan iki çift göze. Tam bu sırada bana turayı seçtirene siyah atları beyaz atlardan daha çok sevdiğimi söyledim, onun istediği cevabın bu olmadığını bildiğim halde.

Zaman ilerledi, adam türküsünü yarıda kesip bir köşede başkasının ısmarladığı birasını keyifle içti. Güneş tam tepedeydi. O anın beni cezbeden etkisi ise bozuldu. Orada geçirmem gereken vaktin sınırlarını aşmıştım. Gitmeliydim. Adama teşekkür ettim ve sıradan serüvenime devam ettim.

Yolda ilerlerken, insanları takındıkları mimikler vasıtasıyla çözümlemeye çalışarak, can sıkıntımın iştahını dindirdim. Ve nitekim sahile çıktım. Rüzgar yüzümü tokatlıyordu. Tüm sahil boyunca elimdeki bozuk parayla yazı tura atıp, kendimle sohbet ettim. Hava artık serindi ve hala ne yapacağımı bilmiyordum.

Kıbrıs Şehitleri'nin başına geldim yeniden. Serüvenimin ikinci bölümüne yine aynı yerden başlamıştım. Gece gökyüzündeki yerini almaya başlamıştı ve İzmir bu gece kalabalıktı. İlerlemeye çalışırken kapısının önünde ufak tabure ve masalar olan bir kitapevi gözüme ilişti. Kitaplara göz gezdirmeye yeltendim ve hiçbirinin ilgimi çekmediğini anlamam kısa bir zamanımı aldı. Kapının önündeki taburelere oturdum ve mahcup hissetmemek için zoraki bir çay ısmarladım. Hızlıca içip oradan ayrıldım.  Çayı pek sevmem.

Sonra az ilerideki daha büyük kitabevine daldım. Bu kendimi içerisinde bulduğum kitapevleri furyasının tek sebebi ise can sıkıntımdı. Kitapların kategorize edilişi hoşuma gitmişti. Kendi içerisinde düzene sahip olan şeyler beni hep cezbetmiştir; çünkü sisteme uyumlu yaşamaktan yanayım. Üst kata çıktım. Sanat ve müzikle ilgili kitaplar vardı. Birkaç kitaba göz attım. Sevdiğim bir sanatçının biyografisini okudum. Sonra aşağı inip, çizgi romanlara göz gezdirdim. Derken kendimi yine dışarıda buldum.

Diz kapaklarım sızlamaya başlamıştı ve bu eve gitme vaktimin geldiğine dair çalan alarmımdı. Sigaramı yakmış yürüyordum ve bir an için burnuma onun kokusu geldi; yazıyı seçtirenin. O koku, geçen kış hasta olup da beş günde yirmi iğne yediğim zaman, bana iğnelerimi yapan hemşire komşumuzun evinin kokusunu anımsatıyordu. Boğucu ve şekerli. İnsanda burnunu tıkama isteği doğuran bir koku.

Bunları düşünmeye dalmışken, kokunun geldiği yerden çoktan uzaklaşmıştım. Ancak koku beni cezbettiği için gerisingeri aynı yere döndüm. Ancak kokudan eser yoktu. E yani, açık havada asılı duracak hali yoktu ya! Bilememiştim, belki de beynimin trajikomik oyunlarından bir tanesiydi. Önemsemedim.

Caddeden çıkmak üzereydim. Serüvenime başladığım yere onu bitirmek için ulaşmıştım ki çok yaşlı, neredeyse bütünüyle buruşmuş bir adamın bir bankamatiğin yan tarafında bulunan boşluğa yarı uzanmış gördüm. Oturmaktan çok can veriyor ve git gide zemine yapışıyor gibiydi.

Önünde derme çatma bir tezgah vardı; ıhlamur tezgahı. Adamın sararmış gözbebekleri vardı ve etrafına bakacak hali yoktu. Manzara göğsüme yapıştı. Oradan uzaklaşmak istiyordum ama bunu yapamıyordum. Yaşlı adama halini sordum. Ona kolaylık olsun diye biraz eğildim fakat beni umursayamayacak kadar yaşlıydı. Ona, onunla sohbet etmek istediğimi söyledim ve tam o sırada iki kadın gelip ıhlamurların fiyatını sordu. Sonra nadir hissettiğim duygular hızla tekdüzeleşmeye başladı ve ben de hızlı adımlarla ilerleyip, yine sevdiğim şarkıları mırıldanarak yola koyuldum. Sanki keyifle kaçıyordum... Kendimi kandırmanın yaptığım en iyi iş olduğunu bir kez daha kendime kanıtlamıştım. 

Evime giden otobüsü beklemek için durağa ulaştım. Otobüs geldi, bindim. Oturacak yer yoktu, ayakta kaldım. Sonrasındaysa toplu taşıma araçlarındaki kronik psikozlarımı yaşayarak düşüncelerimle beraber ev yoluna koyuldum.

Derken tüm bu deneyimlere zihnimde yenilerini ekledim ve bitmek üzere olan gün yine uzadı, esnedi ve çirkinleşiverdi aniden. Bir süre sonra, nitekim yine o evdeydim ve geri kalan vaktimi, kendim için değil ancak kendi kendime harcamaya artık hazırdım.